30 Mart 2009 Pazartesi

İslam evrime karşı (?)

Yakın zamanda yaşanan Tübitak skandalının ardından "evrim" meselesinin yeniden alevlenişine şahit olduk. Elbette ki şu anda yerel seçimler ve beraberinde getirdikleri evrim tartışmasını unutturmuş gibi gözüküyor, fakat ülke siyasetinde ve genel olarak Türk kültüründe etkisini günden güne daha da arttıran muhafazakar bakış açısı, evrim ve benzeri tartışmaların dinmeyeceğinin en önemli göstergesi.

Açık ki yapmakta olduğumuz evrim tartışması bilimsel bir tartışma değil, büyük oranda siysal ve kültürel bir tartışma. Genel olarak laik, modern veya solcu olarak bilinen toplumsal kesim evrime "inanma" eğiliminde iken muhafazakar, milliyetçi ya da dindar olarak bilinen toplumsal kesim evrimin her nasılsa "bilimsel olmadığı" konusunda hemfikir. Meselenin bilimselliğini bir kenara bırakalım, çünkü bir biyolog ya da evrim biyoloğu değilim ve bilmeden yapılan evrim savunusu veya karşıtlığının kişiyi komik düşürmekten başka bir işe yaramadığını çok iyi biliyorum. Fakat biyolog değilim diye de evrim meselesini dini, felsefi ya da sosyolojik çerçevelerde incelemekten kendimi alıkoymak durumunda değilim.

Bu yazıda amacım, evrim fikri ile (ki bu fikri en basit düzeyde ele alacağım) İslamiyet arasında gerçekten de kimi son derece önyargılı siyasi çevrelerin iddia ettiği derecede bir karşıtlık olup olmadığını incelemek.

İslamiyet'te ve genel olarak (ilahi kabul edilsin veya edilmesin) bütün dinlerde insanın dünyaya gelişi çeşitli hikayelerle anlatılır. Bu aşamada kabul edilmesi gerektiğini düşündüğüm şey şu: Bu hikayelerin birebir gerçeği mi yansıttığı, yoksa (dinin kendi çerçevesinde) metaforik bir anlamının mı olduğu bilinmiyor. Dolayısıyla, Adem ve Havva anlatısı, gerçeği yansıtmakla birlikte anlatıldığı gibi gerçekleşmiş bir hikaye olmayabilir. Adem ve Havva anlatısı tam da evrim biyologlarının insanın evrimleşme sürecini anlatırken bahsettiği "basamak"lardan birisine denk düşüyor olabilir.

Şimdi meselenin mantığını inceleyelim.

İslamiyet, diğer tek tanrılı dinler gibi, evreni yaratan tek bir ilahi gücün bulunduğunu ve bu gücün mutlak bir kudrete sahip olduğunu söyler. Yani bu demektir ki, bu tek ilahi güç, istediğini istediği biçimde yokluktan varlığa getirme gücüne sahiptir.

Şimdi bir de evrimin iddiasına bakalım.

Organizmalar evrim denen ve milyonlarca yıl süren bir seçilim sürecinden geçer ve türler bu süreç sonucu meydana gelir.

Şimdi bu iki maddeyi birleştirelim. Nasıl ki maddeden bahsederken fizik veya kimya kanunlarından bahsediyorsak (ki bu kanunlar da ortaya çıkış süreçlerinde dini otoritelerden hatırı sayılır derecede tepki çekmiştir), organizmalardan bahsederken de belli süreçlerden, kanunlardan bahsedebiliriz. Dolayısıyla nasıl ki cisimlerin soğuktan sıcağa geçerken genleşmesinden bahsettiğimizde "ama nasıl olur, Allah bir anda pat diye soğuktan sıcağa geçiremez mi" demiyorsak, bilim bize türler arası geçiş milyonlarca yıllık bir süreç sonucu meydana geliyor dediğinde "ama nasıl olur, Allah türleri bir anda yaratamaz mı?" diyemeyiz.

Eğer bunu dersek açık ki İslamiyet'in kendi mantığıyla çelişmiş oluyoruz. "Evrim saçmalıktır, böyle bir şeyin olması İslam'a aykırıdır" diyenler, Allah'ın, bütün organizmaların ve insanın yaratılış sürecini belirleme kudretini, bilerek veya bilmeyerek, elinden alıyor ve kendi zihinlerinin tasarlayabildiğinden öte bir kudreti kendi inandığı ilahi güce uygun bulmuyor.

Kısacası, evrim karşıtı Müslümanlara sorduğum soru şu: Allah, eğer dilerse, organizmaların dünyaya gelişini ve türlerin gelişimini evrim veya evrim benzeri biyolojik bir süreç üzerinden ortaya çıkarabilir mi?

Eğer cevap "hayır" ise, sanıyorum dinlerin temel prensiplerini gözden geçirmek gerecek, yok eğer cevap "evet" ise, demek ki birileri bir yerlerde çok büyük bir hata yapıyor.

Dahası, evrim teorisi hiçbir biçimde ilk maddenin ortaya çıkışı ile ilgili bir göndermede bulunmuyor, dolayısıyla tanrı düşünce ile evrim düşüncesi arasında sosyo-politik ve tarihsel bir çekişmeden başka hiçbir çelişki yok.

Açık konuşmak gerekirse, bütün bunları İslamiyet ile evrim düşüncesini birleştirmek için söylemiyorum. Bu yazıya cevaben birileri kalkıp pek çok ayet veya hadis kullanarak evrim karşıtı bir yazı yazabilir, ve evet, belki de haklıdırlar, belki de bahsettikleri ayet ve hadislerde evrime karşı pek çok söylem bulunabilir. Fakat bu yine de sorduğum sorunun ve kurduğum mantığın önemini azaltmaz, çünkü bahsi geçen ayet ve hadisler her metin gibi birer metindir ve nasıl algılandıkları nasıl okunduklarına bağlıdır.

Derdim İslamiyet'le evrim teorisini birleştirmek değilse ne? Derdim şu; evrim karşıtlığı üzerinden kendi politikalarını yapmaya çalışanlar, bilerek veya bilmeyerek, Türk toplumunun en önemli bilgi kaynaklarından biri olması gereken bilimi kurutmaya uğraşıyor. Bunu yaparken de toplumda hakim olan düşünsel paradigmayı bir araç olarak kullanıp, uzun vadede hem Türkiye'yi hem de bütün İslam ülkelerini bulunduğundan da derin bir çukurda boğacak olan bir kafa yapısını yüceltiyorlar.

Bugün, bu ülkenin %75'i evrim teorisini "kabul etmediğini" söylüyor, ve bunu söylerken akıllarındaki ilk ve belki de tek düşünce İslamiyet. Bu yazının derdi herkesi, ama özellikle de bu %75'lik kesimi, yeniden düşünmeye ve değerlendirmeye itmek. Bildiğimizden emin olduğumuz şeylerin aslında göründükleri kadar kesin olmayabileceklerini hatırlatmak. Umarım anlamlı olmuştur.

21 Mart 2009 Cumartesi

Kaderin oyunu

Slumdog Millionaire filmini henüz izleyebildim. Biraz geç olsa da sanıyorum üstüne konuşmak için daha iyi bir zaman. Yine de filmi izlememiş olanların bu yazıyı okumasını önermiyorum. Çünkü Slumdog Millionaire, Hindistan kamuoyunun filme olan tepkisinden de çıkarabileceğimiz gibi, birden fazla yoruma müsade eden bir film. Ayrıca olası "spoiler"lar için de şimdiden uyarıyorum.

Bir hikaye olarak Slumdog Millionaire'in bana kalırsa en büyük başarısı, sonu büyük oranda başında verilen bir film olmasına rağmen merak unsurundan hiçbir şey kaybetmemesinde yatıyor. Bir diğer önemli başarı unsuru da hüzün ve umut arasında kurulmuş olan ince denge. Acı bir hikaye izliyor olmanıza rağmen bir biçimde yüzünüzdeki tebessüm silinmiyor.

Açık konuşmak gerekirse film bittiğinde aklıma gelen ilk düşünce filmin hayali bir umudu pazarlamaya çalıştığı yönünde oldu. Genel olarak şansın veya kaderin insanların hayatlarında olağanüstü derecede olumlu etkilerde bulunduğu hikayeler bana bir tür "uyuşturucu" veya "sakinleştirici" fonksiyonu üstleniyormuş gibi gelir. Çünkü bu tip hikayelerde verilen mesaj, aşağı yukarı, "başınıza ne gibi kötülükler gelirse gelsin, hepsi bir amaca yöneliktir" gibi bir mesajdır. Bu mesajın da, rasyonel olduğunu ve doğayı, doğayla birlikte de kendini dönüştürme kapasitesine sahip olduğunu varsaydığımız "insan" kavramına aykırı olduğunu düşünüyorum.

Öte yandan, bu mesaj, bir boyun eğme halinin de propagandasını yaparak modernitenin ve bütün modern ideolojilerin belki de en önemli düsturu olan "kendi hayatın üzerinde kontrol kurma"yı da önemsiz hale getiriyor. Böylece insanın, hayatını şansa bırakan, rasgele yaşayan bir varlık olarak algılanmasının önü açılıyor.

Peki, Slumdog Millionaire gerçekten de bizlere başımıza gelen her kötülüğü hayra yormamız gerektiğini anlatan bir film mi? Dediğim gibi, film bittiğinde aklıma gelen ilk şey bu oldu. Hatta bu düşünceden dolayı filmin genelinde aldığım lezzeti film bittiğinde duyamadım. Fakat üstünde biraz daha düşündüğümde Slumdog Millionaire'in bundan çok daha fazlasını içeren bir film olduğunun, hatta ilk başta çokça eleştirdiğim "kader" ve "şans" vurgusunun filmin farklı yorumlanması konusunda açık kapı bırakan kilit bir nokta olduğunu farkettim.

Şöyle ki, film bize çok büyük travmalar yaşayan ve büyüdüğünde bu travmalardan edindiği son derece nahoş deneyimler sayesinde bir şans oyununda başarı kazanan bir karakter sunuyor. Filmi izleyen herkesin farkedebileceği gibi, şans oyununda bu karaktere denk gelen sorular (belki son soru hariç) gerçekten de bu tip bir yarışmada çıkabilecek türde sorular. Fakat yine son derece açık ki bahsi geçen türde bir tesadüfler zincirinin gerçekleşme olasılığı çok düşük.

Buradan hareketle diyebiliriz ki böyle bir karakterin böyle bir toplumsal düzende başarılı olabilmesinin tek yolu tam da böylesine imkansız bir tesadüfler zinciriyle karşılaşmasıdır. Fakat yine de buradan bu tesadüfler zincirinin imkansız olduğu sonucu çıkmaz, çünkü gerçekten de kapitalizmin tarihi bu kadar olmasa bile buna benzer imkansızlıkta kimi başarı hikayelerini içerir. Ülkemizdeki şans oyunlarından da çok iyi bildiğimiz gibi bu tip yarışmalarla hayatlarını kurtarabilenler vardır. Ve düzenin devamlılığı da yine sayıları her ne kadar az olsa da hayatlarını bu şekilde yoluna koyabilmiş olanların varlığının sağladığı "köşeyi dönme" ihtimaline, yani umudun hissedilebilirliğine bağlıdır.

Slumdog Millionaire bize imkansıza yakın bir başarı hikayesi sunuyor, fakat öte yandan bu kadar şanslı olmayan fakat yine de en ufak bir pırıltısında bile umudun peşinde sokaklara dökülmeye hazır mutsuz ve umutsuz çoğunluğun hikayesini de anlatıyor. Denebilir ki, Slumdog Millionaire belki de anlatmak istediğinden de fazlasını gösteriyor, ve sırf bu potansiyel nedeniyle bile izlenmeyi ve üstünde düşünülmeyi hakediyor.

11 Mart 2009 Çarşamba

İdeolojilerin sonu: Neo-liberalizm kan kaybediyor

"En önemlisi, bankalar ve büyük şirketler bu muazzam kârlarını kullanmak için son derece kârlı bir yol keşfettiler: Çalışanlarına borç verdiler. Yani ücretlerinde artış olmayan çalışanlar, tüketimlerini artırmak için, işverenlerinden borç alıp, bu paraları faiziyle geri ödediler. Böylece kişisel borçlar fırladı. Dolayısıyla ekonomi kredi kartlarından inşa edilmiş bir eve dönüştü. Dolayısıyla bu bir "mali kriz" değil, bu ekonominin temel yapısının krizi."

Kaynak: http://www.ntvmsnbc.com/id/24945121/

Bu sözler, Massachusetts Üniversitesi'nde ekonomi profesörü olan Richard Wolff'a ait. Yani diyebiliriz ki, kapitalist sistemin, özellikle de kapitalizmin 20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren almaya başladığı biçimin, özüne ilişkin eleştiriler artık sadece birkaç radikal partinin veya entelektüelin ağzından çıkmıyor. Amerika Birleşik Devletleri'nin en saygın üniversitelerinden birinde profesör olan Richard Wolff, yukarıda verdiğim bağlantıda tümünü okuyabileceğiniz röportajda, yaşadığımız krizin, kısa dönemli bir mali krizden ziyade, ancak Büyük Buhran'la karşılaştırılabilecek derecede büyük çaplı bir yapısal kriz olduğunu anlatıyor.

Bu elbette çoğumuz için çokta yeni bir bilgi değil. Kapitalizm, varolduğundan bu yana eleştirilen ve -çoğu başarılı olamamakla beraber- daha iyi bir alternatifinin veya daha sağlıklı bir düzenlemesinin ortaya konabilmesi için çeşitli alanlardan sosyal bilimciler, siyasetçiler, düşünürler ve entelektüeller tarafından üzerinde çalışılan bir sistem.

Wolff'un söylediklerini önemli bulmamın temel olarak iki nedeni var: birincisi, meseleyi, küresel kapitalizmin en önemli merkez ülkesinde tartışması, ikincisi ise, röportajda görülebileceği gibi, siyasi iradeye verdiği rol.

Bu röportajda dile getirilen çok önemli bir düşünce var, o da şu: ister ulusal, ister uluslararası düzeyde olsun, küresel kapitalizmin bir biçimde parçası olan halkların siyasi iradeleri, problemin kendisiyle yüzleşmekten çeşitli ideolojik nedenlerden dolayı korkuyor. Yani Wolff, kapitalizmi eleştirenlere yapıştırılan "ideolojik" yaftasını küresel kapitalizmin aktörlerine geri iade ediyor.

Bahsi geçen "korku"dan hareketle, siyasi aktörlerin kaygılarını çözümlemeye çalışmak, her ne kadar Wolff -en azından bu röportajda- bu kadar detaya girmiyorsa da, mümkün.

Siyasi aktörlerin yaşadığı korkuyu ve ruh halini, evliliğinde problemler yaşayan fakat bunları çözmeye gücü olmayan bir eşin durumuna benzetmek mümkün. Problemler, bir hediye veya bir buket çiçekle çözülemeyecek kadar büyük ve köklü, fakat bir tarafta, konuyu fazla deşmesi halinde evliliğini kaybetme riski, öte tarafta da, "belki düzelir" umudu var. Siyasi aktörler de, problemin derinine inilmesi halinde yerlerinden olabilekleri ihtimalinden korkuyor, bir yandan da ortaya çıktığı günden bu yana o veya bu biçimde -SSCB gibi bir tehdidin karşısında bile- ayakta kalabilmiş olan kapitalizme güveniyor.

Sorunlu evliliklerin sorunlarının çok kolay çözülmediğini, fakat aynı şekilde çok kolay da bitmediğini, bazen bütün sorunlarına rağmen bir ömrü kaplayabildiklerini biliyoruz, dolayısıyla bu anlattıklarım hiçbir biçimde kapitalizmin daha iyi bir kapitalizme evrileceğinin ya da yerini daha iyi bir sosyo-ekonomik sisteme bırakacağının garantisi değil. Fakat unutulmamalı ki, bir evliliğin tersine, küresel sistem, birbiriyle uyum veya uyumsuzluk içinde bulunan milyonlarca aktörü içinde barındırıyor, ve bu durum "er ya da geç çoğu insanın, bu kadar sıklıkla bu kadar kötü çöküşler yaşayan bir ekonomik sistemle yola devam etmenin dünya halkları açısından faydalı olup olmadığı sorusunun yanı sıra katlanılabilir olup olmadığı sorusunu soracakları" (Wolff) ihtimalini biraz olsun güçlendiriyor.

8 Mart 2009 Pazar

Dinsel duruş ve vicdan

Dinin hukukla veya devlet kurumlarıyla çatışması yalnızca ülkemize özgü bir durum değil. Modernite ve modern yaşam tarzının birey ve toplum üzerindeki etkisi arttıkça, eskiden tartışılamaz bir otoriteyi temsil eden dinin toplumsal alanın dışına itilmesi, dinsel kurum ve toplulukları dünyanın her yerinde katı bir muhalif pozisyona sürükledi.

"Hukukla çatışan din değil, dini kullananlar," diyen sesleri duyar gibiyim. Bu noktada yapılması gereken çok önemli bir ayrım olduğunu düşünüyorum. Tartıştığım konu, dini bir konu olmaktan çok siyasal bir mesele olan türban gibi bir konu değil. Türkiye'de çok gündemde değilse bile dünyada dinin merkezinde bulunduğu pek çok farklı tartışmalar var ve bu meselelerde problem dini şu veya bu biçimde yorumlayan cemaatler ya da topluluklardan çok dinin kendi hükümleri. Yakın zamanda yaşanan bir olay "kürtaj" çerçevesinde dönen etik tartışmayı yeniden alevlendirmiş gibi gözüküyor.

Haberi özetlemek gerekirse, bir tarafta 9 yaşındaki kızına tecavüz eden bir üvey baba, öte tarafta bu tecavüzcü üvey babadan hamile kalan ve hayati riski bulunan küçük kıza kürtaj yapan doktorlar ve bu kararı alan anne bulunuyor.

Habere göre, Brezilya Katolik Kilisesi anneyi ve doktorları aldıkları kürtaj kararından ötürü dinden çıkarırken, tecavüzcü üvey babayı ise uyarmakla yetiniyor.

Haberin tamamının şu bağlantılardan okunması mümkün:
http://www.haberturk.com/haber.asp?id=133026&cat=160&dt=2009/03/08
http://haber.sol.org.tr/mansetler/mansetsag/11127.html

Niyetim kürtajın günah olup olmadığını veya yasak olup olmaması gerektiğini tartışmak değil, çünkü bu, buraya sığdırabileceğim ve basitçe sonlandırabileceğim bir tartışma değil. Haberi okuduktan sonra oturup düşündüm ve duyduğum inanılmaz derecedeki büyük rahatsızlığın kaynağını bulmaya çalıştım.

Bu örnekte kilisenin pozisyonu, 9 yaşındaki kızın ne olursa olsun kürtaj yaptırmaması ve o çocukları doğurması yönünde. Dolayısıyla karşılaştığımız manzara şu; ergenlik çağına bile girmemiş küçücük bir kız çocuğundan, kendisine karşı işlenebilecek en büyük suçlardan birini işleyen bir adamın günahının cezasını ömür boyu sırtında taşıması bekleniyor. Bu yaşında tecavüze uğramanın ve hamile kalmanın beraberinde getirdiği travma yetmezmiş gibi, bir de tecavüzcüsünün ve "annesinin kocasının" çocuklarına bakması isteniyor. Bunların, üzerinde titizlikle durulması gereken zor konular olduğunun farkındayım, fakat sahip olduğum ahlaki ilkeler dini kurumların bundan daha sağlıklı düşünebilmesi gerektiğini söylüyor. Brezilya Katolik Kilisesi, kürtajın günah olduğunu hatırladığı kadar bir hayat kurtarmanın sevap olduğunu hatırlayamıyor. Kaldı ki, "hayati tehlike" vurgusu, bahsi geçen küçük kıza dayatılmaya çalışılan yaşam biçimi düşünüldüğünde biraz fazla kaçıyor. Hayati tehlike olmadığını varsayalım, hangimizin ahlakı ve vicdanı "o çocuklar doğmalı" diyebilir?

Merhaba

Başlığın hemen altında da görmekte olduğunuz gibi, bu sayfanın benim için anlamı şu aşamada bir tür denemeden ibaret. Bu cümleden bu sayfayı ciddiye almadığım ya da onu alelade yazılarla dolduracağım anlamı çıkmamalı, bu daha çok kendime yönelik bir deneme. Genellikle fazla iddialı olmaktansa (belki de rezil olmayı engellemeye yönelik bir savunma mekanizması gereğince) alçakgönüllü davranmayı tercih ederim.

İletişim araçlarının ve bu araçlar üzerindeki kontrolün tabana yayılması, sürekli "sokaktaki vatandaş" olarak tanımlanıp sanki toplumda varolan farklı bir tür bireymişçesine üzerine türlü ahkamlar kesilen insanı bir anlamda "bilince" boğdu. Kimilerince "bilgi kirliliği" olarakta görülen bu bilinç patlaması, bir anda insanları en incelik gerektiren uzmanlık alanlarında bile "uzman" kıldı. Artık herkes oturduğu yerden edindiği bilgiler aracılığıyla örnek vermek gerekirse bir doktor gibi sağa sola reçeteler dağıtıyor. Hepimiz doğru beslenme uzmanı, uluslararası ilişkiler uzmanı, siyasi analiz uzmanı olduk. Gerçekten olup olmadığımız tartışmaya açık, belki de yalnızca "uzmancılık" oynuyoruz. Benim de bu sayfada, en azından ilk aşamada, yapacağım şey biraz "gazetecilik" ya da "yazarcılık" oynamak olacak. Umarım hakkını verebilirim.

Sayfanın başlığı kafaları karıştırmaya müsait, bunun farkındayım. "Okültizm" ile ilgili bilgi ararken bir biçimde yolu bu sayfaya düşen okuyucaları hayal kırıklığına uğratmak pahasına söylüyorum, ne yazık ki "paranormal olaylar" ya da fal, büyü vs. üstüne kurulu bir sayfa değil bu. Öyleyse neden cadı tahtası?

Basit bir tanım yapmak gerekirse, cadı tahtası (ingilizce; ouija board), ruhlarla iletişime geçmek aracılığıyla kullanılan ve üzerinde rakamların, evet/hayır gibi komutların ve alfabedeki harflerin bulunduğu bir tahta (konuşma tahtası olarak da bilinmekte). İnanışa göre, ruhlar, bu tahta üzerindeki sembolleri kullanarak yaşayanlarla iletişime geçiyor.

Peki, sayfa açıklamasından yola çıkarak konuşursak (siyasal ve toplum düşünce...), bu site aracılığıyla sizlere vefat etmiş siyasilerin ruhlarını getirmeyi mi vaad ediyorum? Keşke yapabilsem, belki de bu sayede böyle bir sayfa açmaya dahi ihtiyaç duymazdım.

Bu sayfanın bir anlamda kendim için bir deneme olduğunu söylemiştim. Buradan hareketle konuşursam, cadı tahtasının benim için anlamı, kafamda (ya da ruhumda) dolaşan kavram ve düşüncelerin altını ne şekilde doldurduğumu, doldurup dolduramadığımı, bunların başkaları için de bana olduğu gibi bir anlam ifade edip etmediğini görmeye yönelik bir araç olacak. Bunun dışında, bunu bir hedeften çok bir umut olarak dile getiriyorum, cadı tahtasının bir diğer önemi de benzer dert ve düşünceleri paylaşan ya da saygı sınırları çerçevesinde eleştirel düşüncelerini dile getirecek okuyucuların da bu sayfadan bir şeyler kazanabilmelerini sağlamak.

Yazıların ne yönde ve içerikte seyredeceğini şu an çok net ifade etmem mümkün değil, fakat bir veri kaybından daha fazlası olması için elimden geleni yapacağım.

Saygılarımla,