14 Ağustos 2011 Pazar

Mezarcı [Cemetery Lake], Paul Cleave


Pegasus Yayınları, 1. Baskı: Haziran 2011, ISBN: 978-605-4456-53-6

MEZARCI, şu sıralar kitapçıları dolaşanların ismine ve kapağına aşina olduğunu tahmin ettiğim bir gerilim romanı. Aslında MEZARCI Yeni Zelandalı yazar Paul Cleave’in ilk baskısını 2008 yılında yapmış olan üçüncü romanı, fakat Türkiyeli okurun beğenisine Pegasus Yayınları tarafından geçtiğimiz aylarda sunuldu. Yazarın uluslararası üne kavuşmasını sağlayan ilk romanı TEMİZLİKÇİ yine Pegasus Yayınları tarafından geçtiğimiz yıl basılmış.

Romanın kahramanı Tate, son zamanlarda Türkiye’de de POLİS ve BEHZAT Ç. gibi yapımlar sayesinde görmeye alışmaya başladığımız türden bir anti-kahraman, kayıp ve umutsuz bir eski polis/yeni özel dedektif. Henry Martins isimli banka müdürü iki yıl önce öldürülmüştür, fakat kızı hariç kimse – polis dahil – Martins’in öldürülmüş olabileceğine ihtimal vermemiştir. Kızının üvey annesini cinayetle suçlaması polisin dikkatini yalnızca kadının ikinci kocasının zehirlenerek ölmesi sonrasında çeker ve Martins’in cesedinin mezarından çıkartılıp kontrol edilmesine karar verilir. Fakat mezarın açılması sırasında görevli bulunan özel dedektif Tate’i bir değil iki sürpriz birden beklemektedir. Tabutta Martins’in bedeni yerine genç bir kadının cesedi bulunmakta, mezarlığın yanına kurulduğu gölde ise üç ceset yüzmektedir.

MEZARCI sürükleyici bir konuya sahip ve hikayenin Tate’in ağzından anlatılması karakterin hislerinin ve eylemlerinin arkasındaki duygu ve motivasyonların okur tarafından dolaysız biçimde hissedilmesini sağlıyor. Tate’in tipik kahraman niteliklerine sahip olmaması ve ahlaki ikilemleri kimi okuyucu açısından özdeşleşme sorunu yaratabilir, fakat “kötü ana karakterlere” gittikçe daha fazla alışan Türkiyeli okurun bu ikilemlerden keyif alacağını düşünüyorum. İlginç bir detay ise kitabın İngilizce orijinalinin şimdiki zaman kullanılarak yazılmış olmasına rağmen Türkçe çevirisinde geçmiş zamanın tercih edilmiş olması. Halbuki örneğin Ahmet Ümit de aynı tekniği İSTANBUL HATIRASI’nda kullandı ve başta tuhaf gelse de okuru anlatıcıya bir adım daha yaklaştırması bakımından etkiliydi.

Türe önemli bir yenilik katmamakla beraber, MEZARCI, sürükleyici konusu, son ana kadar okuyucuyu tahmin ettiren hikayesi ve hiçbiri sütten çıkmış ak kaşık olmayan karanlık karakterleri ve atmosferiyle her korku/gerilim takipçisi tarafından okunmayı hakeden bir gerilim romanı. En azından kendi adıma şu kadarını söyleyebilirim ki, MEZARCI beni Cleave’in diğer romanlarını almaya ve okumaya itecek kadar iyi. Karakterlerin yaşadığı ahlaki ve duygusal çelişkilerin hikayenin gölgesinde kalması ve Tate hariç diğer karakterlerin yeterince derinleşememesi bir eksi, fakat Cleave yine de karizmatik ve karanlık bir ana karakterle hikayeyi ayakta tutmayı başarıyor.

Not: 3 / 4

11 Temmuz 2011 Pazartesi

Şeytanı Gördüm (2010) [I Saw the Devil, Akmareul boatda]

Battle not with monsters, lest ye become a monster, and if you gaze into the abyss, the abyss gazes also into you.

Friedrich Nietzsche


“İntikam soğuk yenen bir yemektir” sözü sanıyorum Türkçedeki yerini aldı, artık eskiden olduğu kadar eğreti durmuyor ağızlarda. ŞEYTANI GÖRDÜM, bir intikam filmi, fakat intikamın ne tür bir yemek olduğu veya en güzel nasıl tüketilebileceği konusunda farklı bir bakış açısı sunuyor.

Filmin konusu son derece sade: Nişanlısı seri katil Kyung-chul (Choi Min-sik) tarafından öldürülen gizli ajan Kim Soo-hyeon (Byung-hun Lee) adaleti kendi elleriyle sağlamaya karar verir ve Kyung-chul’un peşine düşer.

Konu bu derece sade olmakla beraber, ŞEYTANI GÖRDÜM izleyiciyi filmin ilk yarısında dahi şaşırtmayı başaracak derecede merak uyandırıcı ve intikam filmleri arasında özel bir yere oturacağını garantileyen seçimlerle hikayeyi sürdürüyor. Seri katil Kyung-chul’u canlandıran Choi Min-sik’in performansı – kendisini daha önce bir başka başarılı Güney Kore yapımı intikam filmi OLD BOY’un başrolünde izlemiştik – kusursuz ve tüyler ürpertici. Filmin yönetmeni Türkiyeli korku/gerilim izleyicisinin çok iyi bildiğini tahmin ettiğim A TALE OF TWO SISTERS filminin yönetmeni Jee-woon Kim – bu dahi filme bir şans vermek için başlı başına bir neden. Bununla beraber, iki film arasında bir benzerlik bulunduğunu söylemek güç, dolayısıyla A TALE OF TWO SISTERS benzeri bir film izleyeceklerini düşünerek sinema salonlarına koşanlar aradıklarını bulamayabilir.

Filmin bana kalırsa en etkileyici yönü intikam filmlerinin geleneksel olarak çizdiği ve genellikle son derece net olan iyi ve kötü arasındaki çizgi ile oynaması ve bunu yaparken “kötülükle/şeytani olanla mücadele” kavramını sorgulaması.

Tabi şunu da belirtmek gerekiyor; film intikam kavramını sorgularken bazı izleyiciler için aşırı gelebilecek oranda şiddet kullanıyor. Filmde bulunan fiziksel ve cinsel şiddet rahatsız edici, fakat amacın zaten bu olduğu düşünülürse film aşırı şiddetin rahatsız etmek değil eğlendirmek amacıyla kullanıldığı Amerikan Slasher’larından farklı bir kategoriye giriyor.

Filmin süresi 144 dakika ile oldukça uzun kabul edilebilir. Özellikle son derece hızlı giden ilk yarıdan sonra ikinci yarıda temponun bir iki istisnai sahne hariç düşmesi özellikle sonlara doğru yorucu hale gelebiliyor ve bu durum film açısından bir eksi oluşturuyor. Bunun haricinde her şeyi katarak değerlendirecek olursak, ŞEYTANI GÖRDÜM hem sinematografik açıdan hem de düşündürdükleri bağlamında başarılı bir intikam temalı gerilim.

3.5/4

Bir Korku Blogu olarak “Cadı Tahtası”

Bir süredir kendi haline bırakmış olduğum blogumu içerik açısından köklü bir değişiklikle beraber yeniden canlandırmaya karar verdim. Blogun önceki halinin dağınık ve tam olarak kime hitap ettiği ve ne ile ilgili olduğu belli olmayan bir yapıda olması uzun vadede benim de yazmak istediğim şeyler konusunda kafa karışıklığı yaşamama ve blogu hepten terk etmeme neden oldu.

Bundan sonra, cadı tahtası, uzun zamandır bir okur ve izleyici olarak ilgilendiğim bir alanda, korku sineması ve edebiyatı alanında hem güncel eserlerin, hem klasiklerin, hem de zaman zaman bu alanda üretilen akademik eserlerin incelendiği bir blog olarak hayatına devam edecek.

Bu sefer daha sürekli ve doyurucu ve ne istediğini bilen bir online yayın yaratacağıma inanıyorum. Şimdiden geleceğin potansiyel takipçilerine teşekkürler.

23 Mayıs 2010 Pazar

Kılıçdaroğlu’nun Ekonomizmi

Bir kaç ay önce Kızılay’dan taksiye bindiğimde, klasik olarak konuşmaya hevesli bir taksiciye denk geldim. Memleket meseleleriyle ilgili elbette herkesin söyleyeceği bir şeyi, bir fikri var. Uzun uzun Tayyip Erdoğan, ABD, Kürt meselesi, Ermeniler vs konularda derdini anlatmaya çalıştıktan sonra Tayyip Erdoğan’a hitaben şöyle söyledi: “Sana ne Kürtten Ermeniden, sen fabrika kur!”

Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP 33. Kurultayı’ndaki konuşmasıyla ilgili olarak Mehmet Ali Birand’ın sürekli olarak dikkatleri çekmeye çalıştığı şey Kılıçdaroğlu’nun ağzından neden “laiklik” ve “Kürt” sözcüklerinin çıkmadığıydı. Birand bunu o kadar çok tekrar etti ki, eminim bazı insanlar “tamam canım ne var bunda” diyerek tepki göstermiştir. Bana kalırsa Birand’ın tespiti, Kılıçdaroğlu’nun bütün konuşmasının özüne işaret ediyor.

kemal-kilicdaroglu2

Gerçekten de, neden Kılıçdaroğlu’nun ağzından bir kez bile “laiklik” ve “Kürt” sözcükleri çıkmadı? Bunun sebebi, Kılıçdaroğlu’nun başta anlattığım taksi şoförü hikayesindeki toplumsal tepkiyi ve talebi çok iyi kavramış olmasıdır.

Kılıçdaroğlu ve ekibi, Türkiye’de esnafın, işçinin ve memurun neyi duymak istemediğini ve neyi duymak istediğini gerçekten çok iyi çalışmış ve ona göre bir metin hazırlamış. İnsanlar yalnızca “Kürt”, “Ermeni” gibi sözcüklerden değil, “laiklik”, “rejim”, “şehit” gibi sözcüklerden de bıkmış durumda. Bunları umursamadıkları ya da nefret ettikleri için değil, Türkiye siyaseti son 8 yıldır bu çerçeveye sıkışıp kaldığı için, yoksulluğun, işsizliğin, gelir adaletsizliğinin dert edilmeden yalnızca retorik olarak kaldığı için.

İşte bu noktada, devreye Kılıçdaroğlu’nun ekonomizmi girdi. Ahmet Altan’ın 23.05.2010 tarihli yazısında memnuniyetsiz bir biçimde işaret ettiği, Birand’ın vurgulamak istediği fakat izlediğim kadarıyla açıkça adını koymadığı nokta, Kılıçdaroğlu’nun ekonomizmidir. Ekonomizm, bütün sorunların kaynağının ekonomik olduğuna duyulan inançtır. Kılıçdaroğlu’da halka, bütün sorunların yapacağı ekonomik hamlelerle zaten kendiliğinden çözüleceği mesajını vermiş, “biz fabrika yapacağız” demiştir. Bu söylem benimle görüşlerini paylaşan taksici arkadaşı kazanır.

Ahmet Altan, yazısında, Kılıçdaroğlu’nun mealen şöyle söylediğini belirtmiş: “Size biraz ekmek, biraz para verelim, siz bu sistemi değiştirmekten vazgeçin”. Altan burada Kılıçdaroğlu’nun ekonomizmini doğru tespit ediyor, fakat yaptığı vurgu, bir bütün olarak değerlendirildiğinde aceleci bir değerlendirme gibi duruyor. Ekonomist vurgunun diğer bütün vurguların üstünü kapatacağı, onları önemsiz kılacağı açık; fakat bunun zorunlu olarak olumsuz gelişmelere gebe olması gerekmiyor.

Kılıçdaroğlu ekonomizmi diğer bütün sorunları gölgelemek için bir retorik olarak kullanabilir, bu bir risktir; fakat farkedip işaret edebileceğimiz, eleştirebileceğimiz, “dediğini yapmadın” diye suçlayabileceğimiz bir olasılıktır. Tahmin ediyorum ki pek çok insan bu riski almaktan geri durmayacak.

İyi olasılığa bakarsak, Kılıçdaroğlu ekonomizmi yalnızca ekonomizm olmaktan çıkartıp, “fabrika yapmak” ile (ki vaatleri arasında bulunan “Doğu’ya fabrika kurana sıfır faizle devlet kredisi” bile başlı başına önemlidir) diğer pek çok toplumsal ve siyasal sorunu çözmeyi aynı potada eritmeyi başarabilir.

Hangi olasılığın daha yüksek olduğunu anlamak için biraz beklemek ve gelişmeleri takip etmek gerekiyor. Kemalistlerin “devrim oldu” heyecanına da, Altan’ın olumsuzluğuna da “biraz zaman” diye cevap vermek durumundayız.

30 Mart 2009 Pazartesi

İslam evrime karşı (?)

Yakın zamanda yaşanan Tübitak skandalının ardından "evrim" meselesinin yeniden alevlenişine şahit olduk. Elbette ki şu anda yerel seçimler ve beraberinde getirdikleri evrim tartışmasını unutturmuş gibi gözüküyor, fakat ülke siyasetinde ve genel olarak Türk kültüründe etkisini günden güne daha da arttıran muhafazakar bakış açısı, evrim ve benzeri tartışmaların dinmeyeceğinin en önemli göstergesi.

Açık ki yapmakta olduğumuz evrim tartışması bilimsel bir tartışma değil, büyük oranda siysal ve kültürel bir tartışma. Genel olarak laik, modern veya solcu olarak bilinen toplumsal kesim evrime "inanma" eğiliminde iken muhafazakar, milliyetçi ya da dindar olarak bilinen toplumsal kesim evrimin her nasılsa "bilimsel olmadığı" konusunda hemfikir. Meselenin bilimselliğini bir kenara bırakalım, çünkü bir biyolog ya da evrim biyoloğu değilim ve bilmeden yapılan evrim savunusu veya karşıtlığının kişiyi komik düşürmekten başka bir işe yaramadığını çok iyi biliyorum. Fakat biyolog değilim diye de evrim meselesini dini, felsefi ya da sosyolojik çerçevelerde incelemekten kendimi alıkoymak durumunda değilim.

Bu yazıda amacım, evrim fikri ile (ki bu fikri en basit düzeyde ele alacağım) İslamiyet arasında gerçekten de kimi son derece önyargılı siyasi çevrelerin iddia ettiği derecede bir karşıtlık olup olmadığını incelemek.

İslamiyet'te ve genel olarak (ilahi kabul edilsin veya edilmesin) bütün dinlerde insanın dünyaya gelişi çeşitli hikayelerle anlatılır. Bu aşamada kabul edilmesi gerektiğini düşündüğüm şey şu: Bu hikayelerin birebir gerçeği mi yansıttığı, yoksa (dinin kendi çerçevesinde) metaforik bir anlamının mı olduğu bilinmiyor. Dolayısıyla, Adem ve Havva anlatısı, gerçeği yansıtmakla birlikte anlatıldığı gibi gerçekleşmiş bir hikaye olmayabilir. Adem ve Havva anlatısı tam da evrim biyologlarının insanın evrimleşme sürecini anlatırken bahsettiği "basamak"lardan birisine denk düşüyor olabilir.

Şimdi meselenin mantığını inceleyelim.

İslamiyet, diğer tek tanrılı dinler gibi, evreni yaratan tek bir ilahi gücün bulunduğunu ve bu gücün mutlak bir kudrete sahip olduğunu söyler. Yani bu demektir ki, bu tek ilahi güç, istediğini istediği biçimde yokluktan varlığa getirme gücüne sahiptir.

Şimdi bir de evrimin iddiasına bakalım.

Organizmalar evrim denen ve milyonlarca yıl süren bir seçilim sürecinden geçer ve türler bu süreç sonucu meydana gelir.

Şimdi bu iki maddeyi birleştirelim. Nasıl ki maddeden bahsederken fizik veya kimya kanunlarından bahsediyorsak (ki bu kanunlar da ortaya çıkış süreçlerinde dini otoritelerden hatırı sayılır derecede tepki çekmiştir), organizmalardan bahsederken de belli süreçlerden, kanunlardan bahsedebiliriz. Dolayısıyla nasıl ki cisimlerin soğuktan sıcağa geçerken genleşmesinden bahsettiğimizde "ama nasıl olur, Allah bir anda pat diye soğuktan sıcağa geçiremez mi" demiyorsak, bilim bize türler arası geçiş milyonlarca yıllık bir süreç sonucu meydana geliyor dediğinde "ama nasıl olur, Allah türleri bir anda yaratamaz mı?" diyemeyiz.

Eğer bunu dersek açık ki İslamiyet'in kendi mantığıyla çelişmiş oluyoruz. "Evrim saçmalıktır, böyle bir şeyin olması İslam'a aykırıdır" diyenler, Allah'ın, bütün organizmaların ve insanın yaratılış sürecini belirleme kudretini, bilerek veya bilmeyerek, elinden alıyor ve kendi zihinlerinin tasarlayabildiğinden öte bir kudreti kendi inandığı ilahi güce uygun bulmuyor.

Kısacası, evrim karşıtı Müslümanlara sorduğum soru şu: Allah, eğer dilerse, organizmaların dünyaya gelişini ve türlerin gelişimini evrim veya evrim benzeri biyolojik bir süreç üzerinden ortaya çıkarabilir mi?

Eğer cevap "hayır" ise, sanıyorum dinlerin temel prensiplerini gözden geçirmek gerecek, yok eğer cevap "evet" ise, demek ki birileri bir yerlerde çok büyük bir hata yapıyor.

Dahası, evrim teorisi hiçbir biçimde ilk maddenin ortaya çıkışı ile ilgili bir göndermede bulunmuyor, dolayısıyla tanrı düşünce ile evrim düşüncesi arasında sosyo-politik ve tarihsel bir çekişmeden başka hiçbir çelişki yok.

Açık konuşmak gerekirse, bütün bunları İslamiyet ile evrim düşüncesini birleştirmek için söylemiyorum. Bu yazıya cevaben birileri kalkıp pek çok ayet veya hadis kullanarak evrim karşıtı bir yazı yazabilir, ve evet, belki de haklıdırlar, belki de bahsettikleri ayet ve hadislerde evrime karşı pek çok söylem bulunabilir. Fakat bu yine de sorduğum sorunun ve kurduğum mantığın önemini azaltmaz, çünkü bahsi geçen ayet ve hadisler her metin gibi birer metindir ve nasıl algılandıkları nasıl okunduklarına bağlıdır.

Derdim İslamiyet'le evrim teorisini birleştirmek değilse ne? Derdim şu; evrim karşıtlığı üzerinden kendi politikalarını yapmaya çalışanlar, bilerek veya bilmeyerek, Türk toplumunun en önemli bilgi kaynaklarından biri olması gereken bilimi kurutmaya uğraşıyor. Bunu yaparken de toplumda hakim olan düşünsel paradigmayı bir araç olarak kullanıp, uzun vadede hem Türkiye'yi hem de bütün İslam ülkelerini bulunduğundan da derin bir çukurda boğacak olan bir kafa yapısını yüceltiyorlar.

Bugün, bu ülkenin %75'i evrim teorisini "kabul etmediğini" söylüyor, ve bunu söylerken akıllarındaki ilk ve belki de tek düşünce İslamiyet. Bu yazının derdi herkesi, ama özellikle de bu %75'lik kesimi, yeniden düşünmeye ve değerlendirmeye itmek. Bildiğimizden emin olduğumuz şeylerin aslında göründükleri kadar kesin olmayabileceklerini hatırlatmak. Umarım anlamlı olmuştur.

21 Mart 2009 Cumartesi

Kaderin oyunu

Slumdog Millionaire filmini henüz izleyebildim. Biraz geç olsa da sanıyorum üstüne konuşmak için daha iyi bir zaman. Yine de filmi izlememiş olanların bu yazıyı okumasını önermiyorum. Çünkü Slumdog Millionaire, Hindistan kamuoyunun filme olan tepkisinden de çıkarabileceğimiz gibi, birden fazla yoruma müsade eden bir film. Ayrıca olası "spoiler"lar için de şimdiden uyarıyorum.

Bir hikaye olarak Slumdog Millionaire'in bana kalırsa en büyük başarısı, sonu büyük oranda başında verilen bir film olmasına rağmen merak unsurundan hiçbir şey kaybetmemesinde yatıyor. Bir diğer önemli başarı unsuru da hüzün ve umut arasında kurulmuş olan ince denge. Acı bir hikaye izliyor olmanıza rağmen bir biçimde yüzünüzdeki tebessüm silinmiyor.

Açık konuşmak gerekirse film bittiğinde aklıma gelen ilk düşünce filmin hayali bir umudu pazarlamaya çalıştığı yönünde oldu. Genel olarak şansın veya kaderin insanların hayatlarında olağanüstü derecede olumlu etkilerde bulunduğu hikayeler bana bir tür "uyuşturucu" veya "sakinleştirici" fonksiyonu üstleniyormuş gibi gelir. Çünkü bu tip hikayelerde verilen mesaj, aşağı yukarı, "başınıza ne gibi kötülükler gelirse gelsin, hepsi bir amaca yöneliktir" gibi bir mesajdır. Bu mesajın da, rasyonel olduğunu ve doğayı, doğayla birlikte de kendini dönüştürme kapasitesine sahip olduğunu varsaydığımız "insan" kavramına aykırı olduğunu düşünüyorum.

Öte yandan, bu mesaj, bir boyun eğme halinin de propagandasını yaparak modernitenin ve bütün modern ideolojilerin belki de en önemli düsturu olan "kendi hayatın üzerinde kontrol kurma"yı da önemsiz hale getiriyor. Böylece insanın, hayatını şansa bırakan, rasgele yaşayan bir varlık olarak algılanmasının önü açılıyor.

Peki, Slumdog Millionaire gerçekten de bizlere başımıza gelen her kötülüğü hayra yormamız gerektiğini anlatan bir film mi? Dediğim gibi, film bittiğinde aklıma gelen ilk şey bu oldu. Hatta bu düşünceden dolayı filmin genelinde aldığım lezzeti film bittiğinde duyamadım. Fakat üstünde biraz daha düşündüğümde Slumdog Millionaire'in bundan çok daha fazlasını içeren bir film olduğunun, hatta ilk başta çokça eleştirdiğim "kader" ve "şans" vurgusunun filmin farklı yorumlanması konusunda açık kapı bırakan kilit bir nokta olduğunu farkettim.

Şöyle ki, film bize çok büyük travmalar yaşayan ve büyüdüğünde bu travmalardan edindiği son derece nahoş deneyimler sayesinde bir şans oyununda başarı kazanan bir karakter sunuyor. Filmi izleyen herkesin farkedebileceği gibi, şans oyununda bu karaktere denk gelen sorular (belki son soru hariç) gerçekten de bu tip bir yarışmada çıkabilecek türde sorular. Fakat yine son derece açık ki bahsi geçen türde bir tesadüfler zincirinin gerçekleşme olasılığı çok düşük.

Buradan hareketle diyebiliriz ki böyle bir karakterin böyle bir toplumsal düzende başarılı olabilmesinin tek yolu tam da böylesine imkansız bir tesadüfler zinciriyle karşılaşmasıdır. Fakat yine de buradan bu tesadüfler zincirinin imkansız olduğu sonucu çıkmaz, çünkü gerçekten de kapitalizmin tarihi bu kadar olmasa bile buna benzer imkansızlıkta kimi başarı hikayelerini içerir. Ülkemizdeki şans oyunlarından da çok iyi bildiğimiz gibi bu tip yarışmalarla hayatlarını kurtarabilenler vardır. Ve düzenin devamlılığı da yine sayıları her ne kadar az olsa da hayatlarını bu şekilde yoluna koyabilmiş olanların varlığının sağladığı "köşeyi dönme" ihtimaline, yani umudun hissedilebilirliğine bağlıdır.

Slumdog Millionaire bize imkansıza yakın bir başarı hikayesi sunuyor, fakat öte yandan bu kadar şanslı olmayan fakat yine de en ufak bir pırıltısında bile umudun peşinde sokaklara dökülmeye hazır mutsuz ve umutsuz çoğunluğun hikayesini de anlatıyor. Denebilir ki, Slumdog Millionaire belki de anlatmak istediğinden de fazlasını gösteriyor, ve sırf bu potansiyel nedeniyle bile izlenmeyi ve üstünde düşünülmeyi hakediyor.

11 Mart 2009 Çarşamba

İdeolojilerin sonu: Neo-liberalizm kan kaybediyor

"En önemlisi, bankalar ve büyük şirketler bu muazzam kârlarını kullanmak için son derece kârlı bir yol keşfettiler: Çalışanlarına borç verdiler. Yani ücretlerinde artış olmayan çalışanlar, tüketimlerini artırmak için, işverenlerinden borç alıp, bu paraları faiziyle geri ödediler. Böylece kişisel borçlar fırladı. Dolayısıyla ekonomi kredi kartlarından inşa edilmiş bir eve dönüştü. Dolayısıyla bu bir "mali kriz" değil, bu ekonominin temel yapısının krizi."

Kaynak: http://www.ntvmsnbc.com/id/24945121/

Bu sözler, Massachusetts Üniversitesi'nde ekonomi profesörü olan Richard Wolff'a ait. Yani diyebiliriz ki, kapitalist sistemin, özellikle de kapitalizmin 20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren almaya başladığı biçimin, özüne ilişkin eleştiriler artık sadece birkaç radikal partinin veya entelektüelin ağzından çıkmıyor. Amerika Birleşik Devletleri'nin en saygın üniversitelerinden birinde profesör olan Richard Wolff, yukarıda verdiğim bağlantıda tümünü okuyabileceğiniz röportajda, yaşadığımız krizin, kısa dönemli bir mali krizden ziyade, ancak Büyük Buhran'la karşılaştırılabilecek derecede büyük çaplı bir yapısal kriz olduğunu anlatıyor.

Bu elbette çoğumuz için çokta yeni bir bilgi değil. Kapitalizm, varolduğundan bu yana eleştirilen ve -çoğu başarılı olamamakla beraber- daha iyi bir alternatifinin veya daha sağlıklı bir düzenlemesinin ortaya konabilmesi için çeşitli alanlardan sosyal bilimciler, siyasetçiler, düşünürler ve entelektüeller tarafından üzerinde çalışılan bir sistem.

Wolff'un söylediklerini önemli bulmamın temel olarak iki nedeni var: birincisi, meseleyi, küresel kapitalizmin en önemli merkez ülkesinde tartışması, ikincisi ise, röportajda görülebileceği gibi, siyasi iradeye verdiği rol.

Bu röportajda dile getirilen çok önemli bir düşünce var, o da şu: ister ulusal, ister uluslararası düzeyde olsun, küresel kapitalizmin bir biçimde parçası olan halkların siyasi iradeleri, problemin kendisiyle yüzleşmekten çeşitli ideolojik nedenlerden dolayı korkuyor. Yani Wolff, kapitalizmi eleştirenlere yapıştırılan "ideolojik" yaftasını küresel kapitalizmin aktörlerine geri iade ediyor.

Bahsi geçen "korku"dan hareketle, siyasi aktörlerin kaygılarını çözümlemeye çalışmak, her ne kadar Wolff -en azından bu röportajda- bu kadar detaya girmiyorsa da, mümkün.

Siyasi aktörlerin yaşadığı korkuyu ve ruh halini, evliliğinde problemler yaşayan fakat bunları çözmeye gücü olmayan bir eşin durumuna benzetmek mümkün. Problemler, bir hediye veya bir buket çiçekle çözülemeyecek kadar büyük ve köklü, fakat bir tarafta, konuyu fazla deşmesi halinde evliliğini kaybetme riski, öte tarafta da, "belki düzelir" umudu var. Siyasi aktörler de, problemin derinine inilmesi halinde yerlerinden olabilekleri ihtimalinden korkuyor, bir yandan da ortaya çıktığı günden bu yana o veya bu biçimde -SSCB gibi bir tehdidin karşısında bile- ayakta kalabilmiş olan kapitalizme güveniyor.

Sorunlu evliliklerin sorunlarının çok kolay çözülmediğini, fakat aynı şekilde çok kolay da bitmediğini, bazen bütün sorunlarına rağmen bir ömrü kaplayabildiklerini biliyoruz, dolayısıyla bu anlattıklarım hiçbir biçimde kapitalizmin daha iyi bir kapitalizme evrileceğinin ya da yerini daha iyi bir sosyo-ekonomik sisteme bırakacağının garantisi değil. Fakat unutulmamalı ki, bir evliliğin tersine, küresel sistem, birbiriyle uyum veya uyumsuzluk içinde bulunan milyonlarca aktörü içinde barındırıyor, ve bu durum "er ya da geç çoğu insanın, bu kadar sıklıkla bu kadar kötü çöküşler yaşayan bir ekonomik sistemle yola devam etmenin dünya halkları açısından faydalı olup olmadığı sorusunun yanı sıra katlanılabilir olup olmadığı sorusunu soracakları" (Wolff) ihtimalini biraz olsun güçlendiriyor.